Dördüncü Gün: Manavgat & Side

0
166

10 Ekim 2021

Sabah bitmek bilmeyen bir horoz düeti ile güne başladık. İstanbul Pansiyon’un kendi halinde ama son derece yeterli kahvaltısının ardından planladığımız gibi Seleukia’ya gidecektik ama instagramda yaptığımız paylaşımlardan, Side’de olduğumuzu öğrenen bir büyüğümüz; mutlaka Oymapınar Su Kemerleri’ni görmemiz gerektiğini söyledi. Biz de söz dinledik, kahvaltının ardından Oymapınar’a doğru yola çıktık.

Tüm bu seyahatimiz boyunca son yangınlarda yanan yerlerden geçeceğimizi biliyorduk ve göreceklerimizden endişeleniyorduk. O ana kadar hiç görmemiştik ve çok da sorgulamıyorduk ki, Oymapınar yolunda yangının göbeğine düştük.

İlerledikçe zararın boyutu daha da net görülüyordu. Bir taraftan da yanan ağaçlar kesiliyor bir nevi temizlik yapmaya çalışılıyordu. Etrafımızdan kereste taşıyan kamyonlar geçiyordu. Bitmedi o yol… Kemerlere ulaştığımızda ruhen yorulmuştuk.

Kemerler malumunuz su kemerleri. ”Suyun dibi”. Oymapınar Barajı. Baraj demek su demek. ”Suyun dibi”. Ve her yer yanmış. Neredeyse suyun içindeki ağaçlar yanmış.

Boğazımız düğüm düğüm Seleukia’ya geçtik. Manzara değişmemişti. Gözümüzün alabildiğine yanmış ormanlardan geçip antik kente ulaştık.

Toros Dağlarının eteğinde kurulmuş bir dağ şehri. Ormanın ortasında. Büyük İskender’in haleflerinden Suriye Kralı I. Selevkos Nikator adına kurulmuş olan 9 kentten biri ve kentin bilinen diğer adı Lyrbe. MÖ 300’lü yıllarda kurulduğu tahmin edilen şehir kim bilir ne afetler atlatmış, başına neler gelmiştir. Ve şimdi, şu an tam da yangının orta yerinde kalmış ve hala hayata direniyor olabildiğince dimdik ayakta kalarak…

Etkileyici bir şehir ve ören yeri statüsünde olmadığı için ücretsiz gezilebiliyor. Bizim şansımıza birkaç turistle birlikte gezdik ama normal zamanda birileriyle karşılaşmanın pek mümkün olacağını sanmıyorum. Neredeyse tüm ören yeri olmayan antik kentler gibi, Seleukia da yalnızlıkla sınav veriyor…

Hüzünlü, biraz buruk, geldiğimiz yoldan geri dönerek deniz seviyesine ulaştık. Planımız Side Antik Kenti’ni de gezip, denize girebilmekti.

Çadırımıza uğrayıp deniz malzemelerimizi aldık ve tam çıkacakken kestirme bir yol fark ettik. Gördük ki; biz neredeyse antik kentin içine çadırımızı kurmuşuz 🙂 Deniz de burnumuzun dibindeymiş haliyle…

Yavaş yavaş çocukluğumdan hatırladığım görüntülerle karşılaşmaya başlamıştım. Önce tiyatroya oradan da şehrin içerisine doğru yol aldık. Şehrin bu kısmına arabayla girmek yasak. Ya yürüyorsunuz ya da shuttle kullanabiliyorsunuz. Biz yürümeyi tercih ettik ve bir noktada sıcaktan bitap düşünce ”artık denize girmeliyiz” diyerek minik bir mola verdik.

Büyük plaj tarafı son derece dalgalı ve keyifsiz göründüğü için diğer tarafa gittik. Çoğunlukla otellerin plajları olduğu için bir açıklık bulana kadar bir miktar yürüdük ve nemli, ince kumun üzerine havlularımızı koyup denizin ve güneşin tadını çıkarıp biraz dinlendik.

Ardından hala görmediğimiz Apollon Tapınağı’na doğru ilerledik. Hayalimiz bir yerlerde oturup gün batımına nazır bir şeyler yiyip içmek ve artık gezimizin dördüncü gününü de sonlandırmaktı. Açıkçası o kadar yorgun ve aç olmasam fiyatları € bazında veren bir mekanda oturmazdım. ”Bunlar neden €?” diye sorunca da ”Abla 10’la çarpmak daha rahat oluyor.” cevabı almak iyice keyif kaçırmıştı. Güneşin kıpkızıl batışı da bu nedenle bir miktar gölgelendi. Henüz çok değil iki ay bile geçmeden Euro’nun 20 TL’lere dayanacağından haberimiz yoktu elbette…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here