24 Ekim 2021
Eski Datça’da Can Yücel’in takıldığı mekan olarak bilinen Orhan’ın kahvesinde kahvaltı etmek üzere otelimizin çatı katındaki odasından çıktık.

Ama ilk durağımız Can Yücel’in mezarıydı. Kendi isteği doğrultusunda yanı başında içimizden birer şiirini okuyup mezarlığı gezdik. Tamam belki bir Père Lachaise değil ama yine de bu ülkede gördüğüm en huzurlu ve şık mezarlık. Evet şık ve evet huzurlu… Her biri birer sanat eseri mezar taşları ve bakımlı, çiçekleri sulanmış mis gibi mezarlar… İnanışınız nedir, gömülmek midir yakılmak mıdır bilemem ama, topraktan gelen toprağa gidecekse, illa belli bir yeri olacaksa; öyle bir mezarlıkta toprağa verilmeli… ya da sadece bir çınar ağacının altında belki de 😉
Bir bakıma görevimizi yerine getirmiş, kendimizce duamızı etmiştik ama anmamız, yad etmemiz bitmemişti. Daha oturduğu masalarda oturup havasını soluyacaktık…

Eski Datça’da kahvaltı edebileceğiniz başka mekanlarda var ve tabir caizse tıklım tıkış doluydular. Orhan’ın Kahvesi ise o muhteşem vitraylı camlarıyla sessiz sakin olup biteni gözlüyordu.
60 yaşlarının sonlarında bir grup, kocaman yuvarlak bir masaya oturmuş, birer çay içmiş, çayın parası için pazarlık ediyorlardı biz masamızı seçerken.

Birer gözleme birer çay söyledik. Sessizce Can Baba’nın fotoğrafı, şarabı yanında kahvaltımızı ettik. Bu süre içerisinde iki aile daha geldi. Öyle genç de değiller, orta yaş hatta belki biraz üzerinde aileler. Can Yücel’in evini sordular. Oturmadan gittiler. İlgisizliğe şaşırmış ve üzülmüştüm…

Yavaş yavaş kalkıp Eski Datça sokaklarında minik bir tur attık ve elbette Can Yücel’in evinin önünden de geçtik. Yine bir aile; “ama ev neden kapalı…” diye söyleniyordu. “Bakın burası müze değil, ailesi halen burada yaşıyor.” dedik… Kapıya bırakılmış su faturasını gösterdik… Hayretle yüzümüze baktılar…
Tüm bu denk geldiğim ailelerden gözlemleyip, hissettiğim; duyup geldikleri ve tek amaçlarının fotoğraf çekip instagramda paylaşmak istedikleri oldu. Hem üzüldüm, hem de en azından Can Yücel diye birini biliyorlar. Belki çolukları çocukları merak eder, açar okur, bir iyiliğe vesile olurlar dedim kendi kendime…
Küçücük bir yer olan, eski Rum evleri, Arnavut kaldırımları, saatin ilerlemesiyle birlikte yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlayan Eski Datça’dan büklere doğru yola çıktık.

Önce Kargı Koyu’na daha sonrasında Kızılbük, Hayıtbükü, Ovabükü ve Palamutbükü’ne gidip Akvaryum Koyu’nda minik bir mola verip denize girdik.
Hap gibi bir Datça turu yapıyorduk. Tüm büklerde denize girecek vaktimiz maalesef yoktu. Yolumuz hala uzundu ve o gün Knidos Antik Kenti’ni de görmek istiyorduk.
Denizden çıkıp mayolarımızı kurutup Knidos’a geçtik…

Knidos, yine müze kartla giriş yapabildiğiniz bir antik kent. İngilizler tarafından 1858’de alınıp British Museum’da sergilenen aslanıyla meşhur. Aslanın tipiyle ilgili kişisel düşüncelerimi kendime saklayarak bu konuyu uzatmayacağım ama özellikle bu seyahatimiz sırasında o kadar çok eserin yurt dışında sergilendiğini fark ettik ki, insanın canı acıyor…

Afrodit, Apollon ve Korint tapınaklarının kalıntıları, aynı zamanda tiyatrosu ve mevsim ve zamanı gösteren güneş saati en ilgi çekici yerleri. Şehrin benim için asıl ilgi çekici yanı ise bir yanının Akdeniz diğer yanının en sevdiğim Ege olması… Ve en güzel gün batımlarını birer kadeh şarap eşliğinde izleyebileceğiniz ender lokasyonlardan biri…
Artık yorulmuştuk ve sabah erken kalkmak üzere Kayra uygarlığının bu güzel kentinden ayrılıp, bir şeyler atıştırıp otelimize çekildik. Bugünü de yine denize, güneşe ve tarihe doyarak noktalamıştık.