27 Ekim 2021
Bodrum’da göreceğimiz her yeri görmüş, denize girememenin verdiği dayanılmaz ağırlıkla Didim’e doğru hareket etmiştik. Ama tabii ki, Bodrum’dan Didim’e kadar uğrayacağımız bir sürü yer vardı…

İlki ve benim çok etkilendiğim Stratonikeia Antik Kenti’ydi. Kent, “Aşkın ölümsüzleştiği gladyatörler kenti” olarak anılıyor. Nedenini ise Labranda’yı gezerken öğrenecektim…
Muğla – Milas yolu üzerindeki şehre ulaştığımızda, şehir hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yine her zamanki gibi hiç araştırmamış, kendimi şehrin sokaklarına bırakmıştım. Ama bir gariplik vardı. MÖ 2 binli yıllarda kurulduğu sanılan bir şehirde değil de; sanki Selçuklu Döneminde hatta Osmanlı belki günümüz köylerinden birinde geziyor gibiydim…

Tüm zamanın yapıları iç içe geçmiş gibiydi ki; öyle de olmuş! Tüm zamanlar, tüm medeniyetler bir diğerine zarar vermeden hemen yanı başında hatta içinde varlıklarını sürdürmüş.
Henüz şehrin hikayesini bilmiyordum ama o içe içe geçmişlik halinden çok etkilenmiştim.
Halen kazı çalışmalarının devam ettiği kentten; arkeologlarla selamlaşıp ayrıldık.

İkinci durağımız Labranda Antik Kenti’ydi.
Anladığımız kadarıyla taş ocaklarına yakın bir noktada olan kente ulaşım son derece dar ve virajlı bir yoldan yapılıyor. Yolu eğlenceli kılan ise sağlı sollu seyreden kamyonlar. İki aracın bile zor geçtiği yolda, iki kamyon karşılaşınca baya trafik tıkanıyor ve kocaman kamyonlar birbirilerine yol vermek için minicik ceplere girerek yollarına devam etmeye çalışıyorlar. İşte bu hengamede biz de minicik arabamızla aralarına karışmış dura kalka yol alıyorduk…
Kente ulaştığımızda yine o dağ başında, kendi kaderine terk edilmişlik duygusuyla karşılaştık. Kimse yoktu. Elimizi kolumuzu sallayarak şehrin merdivenlerinden çıkmaya başladık. Biraz tedirgin atıyorduk adımlarımızı zira bizden az evvel bir domuz sürüsünün oradan geçtiğine yemin edebilirdik.
Kent Karya’nın en önemli yerleşimlerinden biri olsa da girişindeki tabelada verilen bilgide sıkıcı ve tek düze bir yaşam sürdüklerine dair atıfta bulunulmuş. Kutsal bir şehir olduğu hatta, hac yeri olduğu düşünülmekte.

Biz biraz daha ilerleme dürtüsüyle tabelalarda okuduklarımızı ve gördüklerimizi birleştirmeye çalışırken, o sessizliğin içerisinde bir amca bize seslendi…
Arkama dönüp sesin geldiği yöne baktığımda balık etli, sakız gibi bembeyaz ütülü gömlekli, kumaş pantolonlu, pantolon askılı, bastonlu bir amcayla karşılaştım…
“Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” gibi sorularını sorup, cevaplarını alınca anlatmaya başladı…
Büyük İskender’in komutanlarından ve onun ölümünden sonra kurulan yeni imparatorluğun kralı I. Selevkos’’tur. Oğlu Antiokhos ise babası Selevkos’un o sıradaki eşi Stratonike’yi aşık olur. Selevkos, bu aşka engel olmak yerine aradan çekilir ve oğluna sevdiği kadınla birlikte yaşayacağı bir şehir hediye eder. Antiokhos da o şehre daha sonradan karısı olacak Stratonike ismini verir. İşte ölümsüz aşkların ve gladyatörlerin şehrinin hikayesi…
Ve ben bu hikayeyi bir dağın başında, başka bir antik kentin meydanında, uzaydan ışınlanmışcasına yanı başımızda biten bir amcadan öğreniyordum…
Şimdi oturup düşündüğümde, hani bir klişe vardır ya; çok gezen mi çok okuyan mı daha çok bilir diye… Evet çok okumalı ama çok da gezmeli… İkisinin de öğrettikleri o kadar farklı ve değerli ki…
Amcanın hikayesine gelince; çok ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Doktorların umutsuz yorumlarına inat; evini, ailesini bırakıp, İzmir’den ayrılıp, oraya o dağın başına minicik bir kulübe yapıp yaşamaya başlıyor. Şarabını, birasını kendi üretiyor. Kendi bahçesinde yetiştirdiği yeşilliği tüketiyor ve tamamen doğal besleniyor. Hastalığını yenmiş, yalnızlığa direniyor… Olur da yolunuz düşerse, bir kapısını tıklatın derim 😉
Kendisiyle ayak üstü sohbet edip, aynı daracık yoldan geri döndük…

Artık istikametimiz Didim’di. En azından biz öyle sanıyorduk. Ta ki Bafa Gölü’nün kıyısına gelene kadar… Kahverengi tabela görmüştük 🙂 “Heraklia” diye yazıyordu. Hemen sapıverdik. Yoldaki teyzelerden bir filmin çekildiğini öğrendiysek de “7. Koğuş” isimli film bende yok. Ne daha önce adını duymuştum, ne de izlemiştim.
Likya bölgesinde kabul edilen ama Karya uygarlığına bağlı olduğu düşünülen bir şehir Heraklia. Kaya mezarları hayli ilgi çekici. Kazısı ise halen devam ediyor.
Rotamız bir miktar sapmış olsak da hedef belliydi.

Günün dördüncü antik kenti Didyma olacaktı. Neredeyse gün bitmek üzereydi ama biz hala antik kent peşindeydik. Kent Apollon Tapınağı ile göz kamaştırıyordu.

Osmanlının çöküş yıllarında İngilizler tarafından British Museum’a taşınan mermer yontuların yokluğuna rağmen; etkileyici, devasa bir yapıt…

Günün son antik kentini görmüş, oldukça dolu bir gün geçirmiştik. Geceyi Didim’de geçirecektik. İyi kötü kalacak bir yer bulmuştuk. Sahilinde de bir şeyler atıştırıp minik bir Didim turundan sonra otelimize çekilip günü noktalamıştık.