28 Ekim 2021
Aydın sınırları içerisine girmiş, geceyi Didim’de geçirmiş, yolumuza devam ediyorduk. Artık eve yaklaşıyorduk ve o “olur mu olmaz mı, yapabilir miyiz, zamanımız, bütçemiz yeter mi, yorulur muyuz, birbirimizi öldürür müyüz???” diye düşündüğümüz turu, bir iki atlamayla neredeyse hayal ettiğimiz haliyle, sonlandırmaya çok yakındık. Ama hala görülecekler listesi tamamlanmamıştı. Karia’dan ve Lykia’dan geçmiş, artık İon Uygarlığına girmiştik…
Sabah kahvaltı etmeden otelden ayrılmıştık. Tek hayalini kurduğumuz şey d, ilk durağımız olan Miletos Antik Kenti yolu üzerinde bir gözlemeci bulup gözleme yemekti. Gelin görün ki, bir tane bile gözlemeci yoktu… Artık neredeyse kentin içine girmiş ve umudumuzu yitirmek üzereydik ki; çölde bir vaha gibi koskocaman antik tiyatronun yanı başında bir gözlemeci belirivermişti…

Sabahın çok erken bir saati olması sebebiyle mekan henüz açılmamış ama çay demlenmişti. Seslenerek bir amcayı, inzivaya çekildiği ve belli ki henüz ayılamadığı odasından çıkartmış, gözleme siparişlerimizi vermiştik. Çayımızı kahvemizi ise; biraz ortalığı gözlemleyip, neyin nerede olduğunu keşfedip, kendimiz koymuş, sonra da güneş gören bir taşın üzerine pinekleyip gözlemelerimizi beklemiştik. Manzaramız ise, henüz nasıl şaşkına döneceğimizden habersizce dış cephesine baktığımız Miletos Antik Tiyatrosuydu…
Gözlemelerimiz bitmiş, karnımızı doyurmuş, amcaya teşekkür edip tiyatroya doru ağır adımlarla ilerlemiştik. Genel olarak düşüncem iyi kötü ortaya çıkarılmış ve sonra yine yalnızlığa terk edilmiş sıradan bir tiyatro görmekti.

Sonra, sonra yaklaştıkça devleşti, devleştikçe içine çekti… Merdivenleri, giriş tünelleri, kapıları, koridorları… Gördüğün en etkileyici 3 tiyatro arasında yerini aldı… Ayrılamıyor, şehrin geri kalanına ilerleyemiyordum ama elbette bir sonu olmalıydı…

Yavaş yavaş şehrin meydanlarına doğru yürüdük. Öyle devasa bir tiyatrosu varsa, şehir nasıl görkemlidir diye düşünmeden yapamıyor insan ama çok fazla bir şey kalmamış günümüze. Sağlam olanlar ise Berlin’den Louvre’a dağılmış…

Yine de şehirde bulunan ve bize kalan, koruyabildiğimiz parçaların sergilendiği küçücük de bir müzesi var. Onu da keyifle ve özellikle nehir tanrısı huzurunda saygıyla poz vererek gezdik. Sırada Piriene Antik Kenti vardı.

Athena Tapınağı ile öne çıkan bu İon kentinin irili ufaklı eserleri 1600’lü yıllardan itibaren batılılar tarafından Avrupa’ya taşınmış…

Tüm bu şehirleri gezerken o kadar çok etkilenip devasalık karşısında saygıyla eğiliyorum ki, bir de tamamı olsa, hiç eksik olmasa; “kim bilir nasıl görünürdü?” sorusunu sormadan yapamıyorum…

Tapınağı, agorası, meclisi, tiyatrosu ve sokaklarıyla etkileyici bir şehir Piriene… Localarında oturmuş, kürsülerinde poz vermiş, kapılarından geçmiş, sokaklarını adım adım keşfetmiş bir sonraki antik kentimize doğru yol almak üzere Piriene’den ayrılmıştık.

Magnesia Antik Kent’i günün üçüncü kenti olacaktı. Kazının hala devam ettiği bir İon kenti ve müze kartımızla alana giriş yaptığımızda bir miktar hayal kırıklığına uğradığımız bir kentti. Daha fazla yapı göreceğimizi ya da belki daha sağlam yapı göreceğimizi umuyorduk. Yine de gezdik ve ayrılırken görevlilere tiyatro yok mu diye soruverdik. Hiç olmazsa bir tiyatro görseydik…

Varmış… Hatta dahası stadyum da varmış… Arabayla bir patikayı takip ederek ulaştık her ikisine de… Tiyatrosu çok sağlam değil ama küçücük ve yeşillik içerisinde bir tiyatro… Stadyum ise otamatı olan demir bir kapının ardına saklanmış. Kapıyı çaldık. Kameradan bizi görüp kapıyı açtılar ve tahmin dahi edemeyeceğim oranda ihtişamlı bir yapı tam karşımda duruyordu… Bir dağın eteklerine gömülmüş koskocaman bir stadyum.

O benim bir numaram Perge Stadyumu sağlamlığı nedeniyle hala bir numaram ama bu stadın tamamının yer altından çıktığını hayal bile edemiyorum… M.Ö 400’lerde kurulmuş ve öyle bir yapıya imza atmışlar…
Kafamızda deli sorular o günkü son durağımıza doğru ilerledik. Nysa büyüleyici bir Lydia şehri… Oldukça geniş bir alana yayılmış şehirde kazı halen devam ediyor. Zeytin ağaçlarının arasında yılkı atları eşliğinde gezdiğimiz şehir Dionysos’un şehri olarak biliniyor.

Arkeologların arasından geçerken sadece bir kısmını görebildiğimiz sütunlu yolları ve bazı yapıları beynimiz tamamlamaya başlamıştı artık… onca antik kent gezdikten sonra, yürürken bir puzzle yapıyor gibiydik…

Adeta kendi kendimize bu puzzle’ın parçalarını birleştire birleştire tiyatrosuna kadar ulaşmıştık ki, işte benim yine koltuklarına oturup bir süre sessizliği dinlemem gerekecekti… Ve sanki o koltuklar bana bu tiyatronun Aspendos ayarında bir tiyatro olduğunu fısıldayacaktı…

Etkileyici…
Bir güne dört antik kent sığdırmış, bir hayli yorulmuş ve “Aydın’da mı kalsak Denizli’ ye mi geçsek?” sorusuyla karşı karşıya kalmıştık. Tuhaf bir güdüyle, biraz da kendimizle eğlenerek Denizli’ye devam etmiş ve bu tura çıktığımızda ilk kaldığımız otele Dedeman’a geri dönmüştük tam yirmi gün sonra… Ne hoştur ki, önlerinden onca insan geçmesine rağmen bizi tanımışlar evimize dönmüşüz gibi bir havayla karşılanmıştık…
Ve yine kendimizden geçerek Denizli kebabını midemize indirip günü noktalamıştık.